Hey. Burdayım.

Çocuğum oldu.
Adı... Önemli değil, benim için öyle tabi, sizin için değil. 5 Yaşında. Büyüdü ben de büyüdükçe bana beni hatırlattı size ise ... çocukluğu, basit şeyleri bilirsiniz işte istediğinizi elde etmeyi hatırlattı. Artık ölmek için yaşıyorum, emellerime ulaştığım yerdeyim. ( ... )

Öldüm

 Ben öldüm.

Özür bile dileyemeyerek söylüyorum bunları.

Bir gün saçma sapan videolar izleyip başkalarının yazdığı yazıları okurken kendimi, dur ya bunu ben yazmamış mıydım dediğim bir yazıda buldum, sonra o yazıda beni buraya getirdi. Buraya derken, öldüğüm yere.

Dedim ya ben öldüm ve debelenmelerimi benden başka kimse göremeyecek.

Şayet beni duyan varsa, artık yazamıyorum. Olmuyor.


Eksik kalmış anılar...

“Uyan artık”
Gözlerimi hastane yatağında araladım. Pek-sağolsunlar ve Eksik-olmasınlar gelmişti.  Benimle konuşuyorlardı…
Peki ben ? Susuyor muydum? Dinlediğim için mi yoksa anlamadığımdan mı ?
Dinlemiyordum sanırım. Dinliyor taklidi yapıyordum.
Konuşmuyorlardı çünkü; dudaklarını yaralıyorlardı saçmalıklarla.
İyi olacaksınlar, her şeyin güzel olacağına dair holywood replikleri.
Cevap vermedim. Gülümsemeye bile çalışmadım…
Gülmek nedir ? Ne kadar mutluyken güler insan ve ne kadar mutluluk ağlatır insanı? Üzülmek de güldürebilir mi  ? Ağlıyorum, gülmekten mi ?

“Canın acıyordu”
Hayır ondan değildi gözyaşlarım. Acıyı sevmişimdir hep, en gerçekçi histir belki de. Sahte sarılmalardan daha sıcak bir duygudur.
Bende ağırlık oluşturmayacak kadar insanı sevdim ve beni sevmeyen bütün yolcularını indirdim kalbimin.
 En önemlisi de sarılanı değil sarılmayı seviyordum.

“Katman katman olmuştu ruhun, kendini derinlere gömmüştün”

Görmelerini istedim... İstedim ama görmeyeceklerdi . Görmek istemedikleri şeyleri sakladığım için beni suçlayamazsın.
“Kendi hayat hikayenin kötü karakteri olarak yaşadın”
Biliyorum, kimse anlamazdı kötü karakterleri.
 Herkes melek olduğundan o kadar emindi ki, cehennemin parmak uçlarındaki sıcaklığını hissedemiyorlardı, ayaklarının haşlandığını…
“Bağırmak istiyordun !”
Evet. Sessizliği sağlamak için bağırmamız gerekebiliyor, ironik değil mi ?
“Bağırmadın?”
Yapamadım. Yapmak istemediğimden değil. Emin olamadığımdan. Susmasam dinlerler miydi ? Bıktım usandım kendi konuşma sırasını bekleyen insanlardan, gerçekten dinleyen zor bulunuyor seni. Konuşsam anlarlar mıydı ?
Alçılı ayağımla ve yaralı yüzümle yatarken acı çektiğimden emindiler. Tek sorun acıyanın ayağım olduğunu sanıyorlardı, kırılanın kalbim olduğunu bilmeden…


Sen; sen ol !

Olmamı istediğin her şey oldum, ama olamadığım tek şey kendim olmak oldu. Tek sorunumuz buydu, hayatımızı başkalarının isteklerine göre yaşarsak, artık bizim hayatımız olmaktan çıkıyor. Göremediğimiz şey buydu, görmezden geldiğimiz bi kendimiz varken bizi kim ne kadar çok severse sevsin, gerçek anlamda sevilmiş olmayacaktık. Olamadık da.

İçi geçmiş benlikler, bi çare sevgi arıyorken, ihtiyacın olanın ondan fazlası olduğunu bilemiyorsun. Hadi durma, kendini kandırmaya devam et, kendini kendinsizleştir, nasıl olsa hiç sevemedin sen kendini, verme başkalarına seni sevme şansını da. Öyle ya, yakınmaktır en güzel yaptığın kimse seni anlamıyor diye, kimseye anlatmadan derdini. Eğer söylediklerin içten değilse, isterse binlerce dinleyicin olsun, hiçbir şey ifade etmeyecekti. Etmedi de.

Nasılsın ? İyisin değil mi. Yalansın tamamen. O kadar batmışsın ki yalana, gerçeğin o yalanlar olduğunu sanacak kadar saflaşmış benliğin. Benliğinde sen kalmamış, başkalarının yerinde olmayı o kadar çok istemişsin ki, ait olamamışsın hiç kendine. Başkalarına ne kadar doğru söylersen söyle, kendine yalan söyledikçe hiç mutlu hissedemeyecektin. Hissetmedin de.

Kendi bedeninde misafir olmuşsun, her geldiğinde kendine sahte mutluluklar ikram edilen bi misafir. İstenmeyen, çat kapı gelip, çoçuklarının etrafı darmadağın ettiği misafirlerden. Böyle böyle karmaşıklaştırmışsın içini. Ve böylece bulmayı zorlaştırmışsın gerçek hislerini.

Hadi durma, inkar et. Hep yaptığın gibi. Farkına varmadan. Bu anlatılan ben değilim diyerek. Sorun da orada, sen, zaten sen değilsin.

Susma Sanatı

Geceye ulaşırken vakit, dinlediğim şarkının sesini de kısma ihtiyacı duyuyorum. Siz bu saatlerde etraf durgunlaştığından dersiniz belki , ama ben geceye saygı diyorum. Cırcır böcekleri, köpek ulumaları, ağaçlarla kavga eden rüzgarın sesi daha hoş geliyor. Şarkının sesini kısarak, doğanın sesini yükseltiyorum anlayacağınız. Bunca yıl dert yakınan bizim şarkılarımız varken, milyonlarca yıl yaşayan doğanın anlatacaklarına şaşardınız.

Belki de hasta olan insanlar değildir, belki de virüs olan bizlerizdir bu dünyada.

Yıl oluyor oturup uzan uzadıya yazmadım, ne zaman başlasam bi isteksizlik kaplıyor içimi, lan diyorum, benim daha önemli işlerim yok mu? Kalkıyorum başından masanın. Gidip hiçbir şey yapmamaya devam ediyorum. 1 yıldır böyle bu. Otur, ”yeni bir sayfa aç”, birkaç paragraf saçmala, “kaydetmeden çık”. Hayatımın bilgisayar diline dökülmüş hali gibi. Her gece aç kapa yapıyoruz kendimizi, düzeldik sanıp geceye kadar çalışmaya devam ediyoruz. Ne yazık ki hayatın, “sabit diski temizle” butonu yok. Ölene kadar hatırlamaya ve pişman olmaya mecburuz. Aradan 10 yıl geçse bile ufacık bi şeyi hatırlayıp, içimizi kızartabiliyoruz. Devreleri yanası beynimiz, kabloları karışası beynimiz. Ah olmayaydın vah olmayaydın beynimiz.

Düşünememek mutluluk, düşünenlere yer olmayan bi dünyada.

Bu aralar hiç olmadığım kadar yokum. Hiç yoktan burada olduğumu sandığınız zamanlarda bile hiç yok gibiyim. Belki de sizin için hiç olana kadar yokum. En azından bu söylediklerim yok olana kadar, hiçe sayın beni. Aslında hiç olduğum kadar da var olmak istiyorum ama, yok, olmuyor. Oldurmaya çalışıyorum, neşeli bi şekilde konuşup, sanki hiç ayrılmamışım gibi yapıyorum, sonra yok oluyorum yine. Yok oluyorum ya böyle, hiç olmuyor işte. Affedin.

 Burada birkaç yıldır yazıyorum. Yazdıklarımın ne olduğunu bile biliyorum, yazar değilim. Sanatçı hiç değil.  Sadece yazıyorum. Kısacası kafama göre takılıyorum. Yazmayı seviyorum, yeryüzünde severek yaptığım nadir işlerden biri de bu. Toplum için yazmıyorum, herkes bunları görsün derdim yok, yazdıklarımı okuyan bir iki kişi bile olsa yeter. Ben mütevazi bi adamım. O kişilerden biri gemiyi terk etmiş olsa dahi fark etmez sanırım. O zaman da belki sadece kendim için yazarım, eninde sonunda, yazıyorsanız aslında kendi kendinizle konuşuyorsunuzdur...

Yazımın sonuna hoş geldiniz, ve güle güle okuyunuz, yazdıklarım gülünesi olmasa da şurada, evet yazımın tam bu noktasında (.) bi tebessüm kondurunuz, neresindeyseniz hayatınızın bi duraksayınız alın size durmanız için virgül bile veriyorum (,) Malca sırıtabilirsiniz, yahut da dudağınız hafif kıpırdayabilir. Size kalmış.  Yeter ki yaşadığınıza dair bi belirti gösterin. Diğer siteler gibi “İnsan mısınız?” demiyorum. Gülümser misiniz arada ? Onu merak ediyorum. Teşekkürler
J

Ya şimdi, ya yazık.

    Söyleyecek sözleri vardı adamın, karşına geçip konuştuğu çatlak bi aynası. Bazen çatlak olanın ayna mı yoksa kendisi mi olduğunu ayırt edemezdi. Karşısına geçip kendiyle konuştuğu için mi çatlaktı, yoksa ayna çatlak olduğu için mi karşısında saatlerce konuşuyordu ? Bilmiyordu.
    Senelerini hep aynı kaygılarla harcıyordu adam. Yeni bi yıla girdiğinde yılın başladığının farkına varması aylarını alıyordu. Yeni bi yıla alışmadan yenisi geliyordu. Dengeli biri gibi görünmeye çalışarak, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü önemseyerek kendi elleriyle kendi ipini hazırlamış olduğunun farkına vardığında yaşı hayli ilerlemişti.

     Her sene olduğu gibi yine bu mevsimde aynanın karşısına geçip gördükleri üzerine düşünmek için dayanılmaz bi istek duydu.

     -Hoş geldin. Ben de seni bekliyordum.

     Geleceğimi biliyor muydun ?

    -Geçmişini bildiğim kadar, her sene aynı anlaşılmaz gözler fakat daha çok kırışıkla karşıma geçip aynı soruları soruyorsun. Hatta geç bile kaldın diyordum.

     Yılın ne zaman başladığının farkında değildim.

    -Sonra sen fark edene kadar yıl bitti öyle değil mi ?

     Sonra yeni bi sene, aynı kaygılar, ayn takıntılar, kendimden beklediklerim ve bir türlü olmayanlar. Başaramadıklarım.

     -Başardığında artık aramızdaki cam olmayacak. Sadece sen olacaksın. Belki bi ferrarinin dikiz aynasından yansıyan ben olurum, daha kendinden emin bakıyorumdur.

      İşin kötüsü ne biliyor musun ? Başarsam bile, şu anki gibi her sene aynı şeyleri konuşuyor olacağımız.

     -Sorunların aynı olunca, cevapların da aynı oluyor senin. Aradan bir ya da on yıl geçmiş fark etmez, soruş şeklin dahi aynı oluyor. Ses tonun. Çözümsüzlüğün.

      Bu tekrar, beni tüketiyor. Hep aynı yerdeyim, ilerleyemiyorum.

     -Hep aynı yerde olman bi çeşit gerilemedir, bunu biliyorsun.

      Evet ya, "bilmek". Bilmemeyi isterdim, bilinmezliğin verdiği o saf mutluluk. Katıksız anlayışsızlık. En son umuruma kadar vurdumduymazlık. Bilmemeyi yeniden öğrenmek isterdim.

     -Bilmemeyi bilmek istediğini söylüyorsun, ne kadar ironik olduğunun farkında mısın?

      Sanırım ben bilmemeyi, gözlerinin içine baktığım gün kaçırdım.

      -Hayır , sadece yolunu şaşırdın, o kadar.

      Ne zaman bulmuştum ki yolumu?

      -Yaşamamın amacı bilmekten geçiyor diyordun, bilmeyi sadece aklınla yaptığında şaşırmış oldun yolunu. Akıl sınırlıdır ve öğrenebileceğin tek şey bilimdir, oysa bilmek..

       Hala aynı fikirde değil miyim ?

      -Değilsin, zaten geldiğin şu noktada aynı fikirde olmamalısın. Aynı fikirde olman, yerinde saymaktır, yerinde sayman geriliyor olman ve gerilemek bilmeyi unutmaktır.

      Benim durumum da bu anlaşılan, bütün bunları bana anlatmam için bu kadar yıl beklemek zorunda mıydım ?

      -Geçmişi düşün. Sabırsızlıkların hazımsızlıkları doğurdu.

       Peki ya bundan sonra?                              -Artık aramızdaki camı kırmalısın.

      Yapamam !

      -Yaptığın andan itibaren ben sen kalmayacak, benle konuşma seansların son bulacak, konuştuğun kişinin sadece kendin ve anlattığın onca şeyin çatlak bi aynaya anlattığın önemsiz şeyler olduğunu fark edeceksin. Un ufak olacak tüm dertlerin ve artık karşına baktığında canını sıkacak şey yerine hiçlik bulacaksın.

      Aynasız nasıl yaşar insan ?

     -Alışkanlıklarımız, ihtiyaçlarımız oluyor. Zamanla bana ihtiyacın olmadığını anlayacaksın.
Duvarlar sana aynalardan çok daha fazlasını gösterecek.
Ya şimdi, ya hiç. Çünkü; yaşam seni ölümüne uyandırmayı bekleyen bi çalar saat.
Ya şimdi, ya hiç. İşte bu yaşın bi önemi de burada.
Ya şimdi, ya yazık.

     Adam bi anda tüm bu sözlerin içinde eriyip tükendiğini fark etti. Tüm bildikleri yanıp kül olmak istiyordu. Geçmiş şimdi olmayı ve şimdiki zaman geleceğe akmayı bekliyordu. Daha fazla düşünmeye fırsat bulamadan yerdeki tabureyi hızlıca kavrayıp aynaya doğru kaldırdığı anda, içeriden gelen sesle birlikte, metaforunu bi anda dağıtıverdi. Yüzü yüz parça halinde yere düşerken, duvarlar, eşyalar ve bulunduğu ortam eski halini aldı.

     Saatin tik taklarını yeniden duymaya başladı.

     "Hadi hayatım, çık artık banyodan. Kahvaltı hazır, işe geç kalacaksın."

Kaptan beni müsait bi yerde öldür.


Canım sıkıldı benim, hep sıkılrı zaten bana sormadan. Size sorayım demiş bu sefer, Hatta biraz uzun yazası gelmiş, olur da siz de sıkılırsanız diye de virgüller serpiştirmiş cümlelerimin orasına burasına.

Neden hepimizin acelesi var ve neden hiçbirimiz mutlu olmak istemiyor, hüzünlenmek için yağmurun yağmasını bekleyen insanlar olarak neden acılarımızın dinmesini istemiyoruz?

Artık tek dikkat ettiğimiz tabelalar olmuş, etiketler, markalar, otobüsün içindekilerden, şöforün niteliğinden çok, nereye gideceğimiz ilgilendiriyor bizi. Biniyorsun kimseye dikkat etmeden, iniyorsun kimseyi tanımadan. Çevreye bakmaya, insanları anlamaya korkuyoruz sonra neden bizi kimse bizi anlamıyor diye şikayet ediyoruz.
Kaptn beni “kendini kandırma”da indir.
Karşıma çıkan ilk otobüse binip, şöförün gözlerini kapayıp “ben kimin bil hadi?” demek istiyorum.
O ellerimi çözmekle uğraşırken yapıştırıcam cevabı. “Azrail.”
Kaptan beni “hayattan bıkmışlık”da indir.
Hala saat başı otobüslerini bile kaçırabiliyorsam bana mutluluktan bahsetmeyin dostlar.
Mutluluk dakika başı geçen bi otobüs olsa  yine kaçırırmışım gibi geliyor.
Hüzün kalbimin en ücra köyünden bile kalkan minübüs gibi, arsız, valığını belli eden ve durak olsun, olmasın her yerde kornasını çalan lanet bi minübüs “hüzün.”

Mutluluğun tutulan sözler, sevilen insanlar ya da anlık sevinçler  olmadığını anladığımda, otobüs çoktan “herşey  için çok geç”e varmıştı..

Hiç nefes alıyorum diye sevindiniz mi?  Nefes almayı mutluluk oalrak gördünüz mü, hatta onu geçtim nefes aldığınızın farkına bile varıyo musunuz?
Boğulmaya ramak kalmışken gelmiştir belki aklına ya da ciğerlerini dolduran pis bi koku sonrası temiz hava ya da bunaltıcı bi sıcakta açılan araba camında aklına gelmiştir nefes aldığın.
Kaptan beni “iç geçirmek”de indir.
En zor durumlarda bile aklımıza gelmezken nefes aldığımız, kimse bana gerçekten yaşıyorum demesin. İçine çektiği her nefese anlam yüklemedikçe, gerçekten seviyorum da diyemezsin.

Şu anı düşünürken geleceği o kadar hayalle doldurmuşuz ki, gelecek geldiğinde doğumhanede sana başkasının çocuğunu vermişler gibi yadırgıyorsun hayatını. “Hayır bu benim değil, yanlışlık olmuş, ben exra boy mutluluk, sağlık ve para istemiştim.” Üzgünüm dostum, geçti son kullanma tarihi senin umutlarının.

Kaptan beni “acısızı az” geçince indir.
Beni “hayal kırıklığında “bırak.
Şurdan bi “tükenmişlik” al.
Kaptan beni müsait bi yerde “öldür.”